İngiltere son 1.5 yıldır evim dediğim ülke ve Türkiye’den bakınca Avrupa Birliği ülkelerinin aksine daha az keşfedilmiş görünüyor. Genelde Türkiye’den biri seyahat için yola çıkıldığında bu Londra için oluyor; inkar etmiyorum bunun haklı da bir yanı var. Fakat ben Londra yerine seyahat içeriği girme işine geri dönerken, İngiltere’nin Kızılcahamam’ı dediğim Bath ile geri dönmeyi tercih ettim.
Öncelikle eğer bir Bridgerton fanıysanız bilmelisiniz ki ilk sezonun bir çok bölümü Bath’da çekildi. Çekimi Bath’da gerçekleşen o kadar çok film var ki listeyi şöyle bırakıyorum; Sefillerden, Persuasion, The Dutchess’a kadar bir çok filmi listede göreceksiniz. Bath tüm bunların yanı sıra yazar Jane Austen’in de çok sevdiği, evim dediği, kitaplarında bol bol yer verdiği memleketi.
Tekrar eve döndüğümde her zaman Bath’tan bahsedeceğime gerçekten inanıyorum – burayı çok seviyorum…. Heyhat! Bath’tan kim bıkabilir ki?
Jane Austen, Northanger Manastırı
Bath Londra’dan Tren’le 1.5 saatlik bir uzaklıkta İtalya’nın Roma’sına da oldukça fazla benzeyen, Bath ve Kuzey Doğu Somerset üniter bölgesinde, Roma yapımı hamamlarıyla tanınan ve adını taşıyan bir şehir. Bir çok film çekimine sahne olmuş, bir çok yazara ilham olmuş ve kitaba konu olmuş bu masalsı şehir, çok iyi korunmuş tarihi bir şehir olmasının yanı sıra benim için bir kaç şeyle daha öne çıkıyor: restoranları, kahvecileri ve kitapçıları. Şu saydıklarımdan da anlaşılacağı üzere Bath gezi tatili için değil daha çok sakin ve bol dinlenmeli bir tatil için doğru tercih. Yani anlayacağınız Bath gezilecek yerler anlamında üstünüze bir yük yükleyen, çılgınlar gibi oradan oraya koşturacağınız bir şehir değil. Hatta bence gezmek isteyenler için günü birlik gelip dönmek yeter de artar, daha 2.gün şehirde yapacak çok da bir şey bulamayabilirsiniz.
Biz bu şehre zaten en başta dediğimiz gibi kafa dinlemek ve sakince dinlenmek için gidip 3 gün geçirdik; hem de Ocak ayında. Çünkü İngiltere zaten güneşiyle meşhur bir ülke değilken bir de azıcık da olsa daha Kuzeye gitmek güneşle olan ilişkinizin iyice azalması, yağmurun bir miktar daha artması anlamına geliyor.
** İnstagram’dan profilimde Bath’a dair daha çok fotoğraf bulabilirsiniz.
Bath’a Ne Zaman Gitmeli?
Bath’ın en güzel en turistik zamanları elbette İlkbahar ve Yaz ayları diye düşünüyorum. Şehir yürüyüş için çok güzel ve görsel olarak oldukça keyifli bu yüzden de güneşin daha çok ısıttığı bir dönemde gidip görmek mutlaka çok keyifli olacaktır. Fakat o dönem hem şehrin çok turistle dolu olacağı, hem de zaten sıcak olacağı için şahsen Roma hamamı ve Spa keyfi yapmak için tercih etmeyeceğim bir dönem olur. Kış ve Sonbahar dönem ziyaretlerinde ise daha az yürüyüşlü etkinlik daha çok iç mekanlarda vakit geçirilecek etkinlikler öne çıkıyor; kitapçılar ve kafelerde huzurlu geçirilecek vakitlerin yanı sıra, Spa ve Roma hamamı(kaplıca) etkinliği yapmak da farklı bir keyif katacaktır.
Bath’da Nerede Kalınır?
Eğer siz de bizim gibi Kış aylarında Spa ve hamam uğruna çıkıp gidenlerdenseniz zaten 2 adet otel var kalabileceğiniz. Eğer Bath’daki meşhur Thermae Bath’da maksimum 2 saat (40£) teras havuzda keyif yapmak yeterli gelirse herhangi bir otelde kalabilirsiniz elbette. Biz ise onun yerine şu otelde kalmayı tercih ettik çünkü kendi kaplıca alanı ve Spa’sı vardı. Fakat Türkiye’nin aksine burada kaplıcayı kullanma süresi limitli: sabah 8-10, aksam 7-9 saatleri arasında otel müşterilerine ücretsiz, tüm gün kullanmak isteyenlerin ise ya belli bir ücret ya da spa paketi satın almış olması gerekiyor. Biz bir de gitmişken masaj yaptırmak istediğimiz için tüm gün kullanabildik.
Bath’da Gezilecek Yerler
Bath Abbey
Bu görkemli kilise, Jane Austen’in Nortanger Abbey kitabının ilham kaynağı Bath Abbey’den başkası değil. Zaten şehrin göbeğinde olduğu için mutlaka denk geleceksinizdir; çünkü önünde çeşitli gösteriler olması bir yana şehrin prestij kaynaklarından The Pump Room Restaurant ve Roman Bath hemen yanı başında. Ziyaret sonrası The Pump Room’da ikindi çayınızı içip çöreklerden ve keklerden de tüketebilirsiniz üstelik. 1800’lü yıllarda The Pump Room Restaurant’a girenler ziyaret defterine isimlerini bırakırlarmış ve bu ciddi bir prestij kaynağı kabul edilirmiş.
Pulteney Bridge
Pulteney Bridge Avon nehri üzerinde minik bir köprü fakat üzerinde güzel dükkanlar, kafeler ve yemek mekanları var o yüzden çok keyifli ve ziyaret etmeye değer bir yer.
No.1 Royal Crescent & Circus
Burası enteresan bir bina kompleksinden başka bir şey değil aslına bakılırsa fakat Jane Austen merkezi gibi mekanlara gidiş yolunda bu yüzden de görülmeye değer. Hilal şeklinde düzenlenmiş bir dizi teraslı evden oluşan bu binalar, 1700’lerde inşa edildiğinden bu yana dış kısmı değişmeden kalmış; Nicolas Cage ve Johnny Depp dahil birçok ünlüye ev sahipliği yapmış. No 1. Royal Crescent da hem mimarisine, hem de tarihine dair bir müze olarak ziyaretçi kabul ediyor.
Sydney Gardens & Holborn Museum
Holborn Müzesi bana ziyaret etmek için çok da çekici görünmedi fakat müze Sydney Bahçelerinin girişinde bu yüzden dışını fotoğraflayabildim. Arkasında çok güzel parka bakan bir cafesi var. Bunun yanı sıra bu parkın altında hem nehir geçiyor hem de tren yolu. Ben parkı çok sevdim bir sonraki gidişimde parktan yakın bir otel tutup, koşuya çıkmayı hayal ettim.
Kingsmead Square
Bu meydan’da kafe ve yeme/içme mekanlarının yanı sıra alışveriş için dükkanlar da bulunuyor. Muhteşem kahvelerine bayıldığımız The Society tam da burada yer alıyor.
Bonus 1: Jane Austen Centre
Doğruyu söylemek gerekirse çok bir esprisi yok mekanın ve bence biletleri de pahalı. Çok kısa bir minik aile tarihi yanı sıra ucuz ötesi bir Jane Austen videosu ve bir kaç interaktif etkinlikten oluşuyor. Ben bir tecrübe olarak gördüm ve memnun kaldım.
Bonus 2: Topping & Company Booksellers
Bir kitap bağımlısı olarak her gittiğim şehirde kitapçı gezmek benim için bir bağımlılık ama ben bu Toppings&Company Booksellers gibisine Londra’da da rastlamadım. Bina eski bir Roma mimarisine sahip tarihini bilmiyorum ama girişinde yazan “Friends Meeting House” yazısıyla kalbimi daha içeriye girmeden feth etmişti zaten. Sonrası ise beni daha da mutlu etti; çıkarken de bir Jane Austen kitabı olan Emma’yı kaptım anı olarak. Raflardan birinde keşke Bath ile ilgili kitaplar olsa diye düşünürken tam da böyle bir rafa denk geldim ve daha da mutlu oldum. Eğer bir kitapçının size bu hazzı verebileceğine inananlardansanız mutlaka ama mutlaka ziyaret edin burayı.
Bath’da Yeme ve İçme Mekanları
Hall & Wood House (BA1 2JW)
Buraya ilk gün ayak üstü bir şeyler yemek ve bira için gittik. Mekanı çok beğendik içerisinde her yer ayrı bir dünya gibi. Alt kat bar, kafe olarak üst kat da fine-dining için tasarlanmış; görsel olarak çok keyifli olmasının yanı sıra bir çok kutu oyunu vs de bulunduran insanların lokal biralarını ya da kahvelerini yudumlarken oyun oynayıp, sohbet ettikleri, kitap okudukları tam bir sosyalleşme ortamı. Yemekleri hiç fena değildi bu arada ancak benim favorim biraları oldu Fursty Ferret ve Badger denedik.
The Hive Bar Kitchen
Burası çok keyifli bir İtalyan konseptli restoran ve iç mekandaki bazı masaları Avon nehri ve tarihi binalara bakıyor. Ben buraya OpenTable uygulaması üzerinden doğum günü için rezervasyon yaptım sonuna da bunu minik bir not olarak yazdım. Öncelikle bize en güzel manzaralı masayı ayarlamışlardı; içeri girer girmez doğum günü sahibini sorup hemen hediye bir prosecco getirdiler. Her şey çok lezzetliydi ama özellikle atıştırmalık bir tabakları vardı ona bayıldık, tabak içerisindeki Cucunci adındaki turşu gibi atıştırmalığı kendimden geçerek yedim. Daha fazlası için mekanın IG adresini şuraya bırakıyorum.
Boston Tea Party (Alfred Street)
Burası eğer yanılmıyorsam İngiltere’nin en iyi ekolojik kafelerinden biri. Alfred Street şubesi diye parantez içerisinde yazmamın sebebiyse Bath’da yaşayan bir arkadaşımızın bize burayı önermiş olmasıdır. Her şeyi çok beğendik bu yüzden de 2 gün boyunca kahvaltılarımız için tercih ettiğimiz yer oldu; diğer şubeyi de denedik fakat orası çok küçük burasıyla karşılaştırınca. Burada özellikle haftasonları sıra beklemeniz gerekebiliyor ama sıra çok hızlı ilerliyor.
The Architect
The Architect hem barı hem restoranı çok ama çok şık bir mekan içeriye girince neden bu ismi aldığını merak etmiyorsunuz açıkcası. Bu mekan tarihi Empire otelinin hemen altında yer almasının yanı sıra Bath Abbey ve meşhur Pulteney Bridge arasında kalıyor. Ben Fishcake söyledim ve oldukça lezzetli olduğunu söyleyebilirim.
The Society
The Society kahvesi ile kalbimi çalmış ve çalışmak için çok ama çok uygun bir kahveci. Üst katı da çok keyifli, alt katı ise tam bir öğrenci çalışma alanı gibi; kahveleriyse efsane. Hayatımda ilk kez bir kahveyi tüm tonlarını hissederek içtim; ağzımın içinde bir şölen yaşandı tek kelimeyle. Bu yüzden eğer mümkünse The Society’e bir kahve molası için uğrayın ve aeropress kahvenizi şölen şeklinde için.
The Oven (BA1 1EN)
Gelelim Bath’daki son mekan keşfimize The Oven. Burası bir pizzacı ve biz buraya gitmeye hiç mi hiç niyetli değildik aslına bakılırsa fakat son anda hızlı bir şeyler yemek için girdik ve kendimizden geçtik. Sağdaki tabak lezzetli bir Bruschetta tabağı ve aç olduğumuz için fotoğraf çekmeyi unutup yemeye daldık 🙂 Soldaki pizzalarsa yeşil görünen keçi peynirli acayip leziz bir pizza ama asıl efsane kadrajda daha büyük görünen içerisinde ceviz ve incir reçeli olan mozarella tabanlı pizzadan başkası değil. Biz sipariş verirken biraz ön yargılıydık çünkü ben incir reçeli pek sevmem ve pizzada incir reçeli fikri de pek sıcak gelmedi hatta bunu sipariş eden de ben değilim aslında. Fakat garson benim önüme koyunca deneyeyim dedim ve ba-yıl-dım. Deneyelim denettirelim.